Müdanasız Kadınlar #1 - Sofia Coppola
Özgün bir varoluş biçiminin izini süren Mehtap Elaidi markası olarak, dayatılanı sorgulayan kadınlar en büyük ilham kaynağımız. Bu yazımızda onlardan birinin dünyasına konuk oluyoruz.
Karakterlerinin sessiz çığlıkları, varoluş sancıları, yaşamdan anlam çıkarma çabaları… Sofia Coppola denince akla farklı farklı referans noktaları geliyor ancak onu diğer yönetmenlerden ayıran en belirgin özelliği; zaman-mekan, konu ve karakter ayırt etmeksizin kahramanlarının durağan kurgularda bile sizi içine çekebilmesi. Yalnızlık, kadın olma, kimlik arayışı, kadınların kendi benliklerini bulma mücadelesi içinde hissettiği melankoli ve aidiyet gibi temalar çevresinde gelişen filmlerinde izleyiciyle derin bir ilişki kurması, kendine has sanatsal dehasının bir kanıtı niteliğinde.
Filmlerle yetişen bir yetenek
Sofia Coppola’nın çocukluk yıllarına baktığımızda yetiştiği çevrenin geleceğine göz kırptığını söyleyebiliriz. San Francisco’nun kuzeyinde Napa Valley’de büyüyen Coppola, zamanının çoğunu efsanevi The Godfather filmi yönetmeni, babası Francis Ford Coppola ile geçirmiş. “Yaşadığımız yerde televizyon bağlantısı yoktu. Biz de video kaset ve LaserDisc izlerdik. Babam illa ki bir film açardı. Dikkatimi filmlere veriyor muydum emin değilim. Babamın San Francisco’da bir film odası vardı ve onlar ne seyrederse biz de onu izlerdik.” diye anlatıyor bir röportajında Coppola. Küçük de bir not düşelim, kendi tabiriyle “maço” bir film yapımcısı babaya sahip olması, erkek kardeşleri ve kuzenleriyle büyümesi Coppola’nın kadın olmak üzerine kafa yormasına ve kız estetiğine yönelmesine sebep olmuş. Babasını görev başında gözlemlemesinden edindiği en önemli ders ise yöneticilerin taleplerine veya yaptırımlarına boyun eğmenin hiçbir değeri olmadığı. Bunu 2014’te Hans Christian Anderson’ın peri masalı The Little Mermaid’i yorumladığı iki dakikalık videoyla deneyimlemiş. Universal Studios ile videonun canlı versiyonu için görüşmeler yapan Coppola, kreatif sürece dair özgürlük alanını yitireceğini düşünerek çalışmayı durdurmuş. Başkaları ne derse desin kendi yolundan vazgeçmeyen Coppola, iş birliği yaptığı ekip ve planın son aşaması üzerine karar gücü olmadığı takdirde projeden uzaklaşıyor.
Biraz da Coppola filmlerinin görsel dilinden bahsedelim. Çoğu melankolik filmin ortak yanı hikayenin gri bir havada, boğucu bir ambiyansta gerçekleşiyor olması. Bu noktada Coppola şahsi sinematografisi ile müdanasız olduğunu bir kez daha ilan ediyor. Canlı renk paleti, güneş ışığını, yemyeşil ağaçlardan uçuşan yaprakları adeta ekrandan üzerinize düşürmesi, feminenliği temsil eden içgüdülü, yavaş hareketler, dünyayı camdan bakarak izleyen kadınlar… İşte Coppola’nın bu detayları, belki de sayısız kez işlenmiş temaları sıradanın ötesine geçirmeye yetiyor.
Coppola ailesinin sinema geçmişinin etkisiyle mesleğine donanımlı bir özgeçmişle adım atmış olabilir. Ancak kadın bir yönetmen ve sektörde yerini inşa etmesi gereken biri olarak, her kadının kendine yönelttiği sorulara yakından aşina. Mevzu bahis meseleyi siz de bilirsiniz… “Erkeklerin ciddiye aldığı bir kadın nasıl olabilirim?”, “Aile, arkadaş ve yabancıların beklentileriyle sarmalanmışken nasıl kendim kalabilirim?” Bu konuları sorgularken, onları yarattığı senaryoların merkezine konumlandırmaktan da kaçınmıyor. Farkındalığı The Virgin Suicides, Marie Antoinette ve The Beguiled gibi filmlerinde birlikte çalıştığı Kirsten Dunst’ın da ilgisini çekmiş; onu “kendini sevme konusunda kadınlara esin kaynağı” olarak tasvir ediyor.1
Müdanasız kadının müdanasız karakterleri
Sofia Coppola’nın ilk yönetmenlik macerası 1998 yapımı kısa filmi Lick the Star ile başlıyor. Genç kızlığa ve aralarındaki arkadaşlığa dair bir izlenim sunan bu projede seyirci, liseli öğrencilerin arasında geçen zorbalık ile karşı karşıya. Gençken moda, tasarım, fotoğraf gibi alanlara ilgi duyan ancak hangi dala tutunacağına karar veremeyen Coppola için bu kısa film, sevdiği her şeyi kucaklayan bir çalışma. Bir diğer deyişle, kariyerinin başlamasında anahtar rolü oynayan bir dönüm noktası. Karakterlerin mizah anlayışı ve lise gibi gençlik sorunlarını barındıran bir atmosferde dahi rahat bir tempoda aktarılan hikaye örgüsüyle, gelecekteki filmlerine de selam veriyor.
Coppola’nın yönetmenlik yolculuğunda, 1999 yapımı The Virgin Suicides (Masumiyetin İntiharı) ile bambaşka bir sayfa açılıyor. Jeffrey Eugenides’in aynı ismi taşıyan kitabını filme uyarlayan Coppola’yı bu projeye iten etkenlerden biri en büyük kardeşi Gio’yu bir bot kazasında kaybetmesinden doğan kayıp duygusu. Beş kız kardeşin ebeveynlerinin kısıtlamalarından özgürleşme çabaları, büyüme sancıları, konuşmadan gözlerinde ve varlıklarında sezilen yüksek duygular, izleyicinin ruhuna işliyor. Filmde Lisbon kardeşler ve diğer karakterler arasında etkileşim olmadığında da ana sızmayı başaran kabuğundan sıyrılma mücadelesi, ergenlik yıllarından uzak veya ergenliğini o denli derin hislerle yaşamamış kitleye bile dokunuyor.
“Film yönetmek korkutucuydu. Ama elimdeki malzemeye öylesine bağlıydım ki devam etmekten başka seçeneğim yoktu. The Virgin Suicides beni bir yönetmene dönüştürdü.” - Sofia Coppola
Bir röportajında, kapana kısılmış kadınlara karşı hassasiyetini dile getiren Coppola, The Virgin Suicides ile 1970’lerin Amerika’sında odağına aldığı duyguları yeni kurgu ve karakterlerle Tokyo’ya taşıyor. Bir sonraki filmi Lost in Translation’ın (Bir Konuşabilse…) başrolünde orta yaş krizi geçiren film starı Bob Harris ve fotoğrafçı eşini iş seyahatinde takip eden yeni evli Charlotte var. Dil ve kültür bariyeriyle karşılaşan iki karakterin yolları, kendi içlerinde verdikleri savaş ve bağ kurma arzusuyla lüks bir otelde kesişiyor. Charlotte’un kim olduğunu öğrenme isteği, Bob’un monotonluğa giren evliliği, iki yabancıyı bilmedikleri bir şehirde eğlenceli ve tenin ötesine geçiren bir yakınlığa sürüklüyor. “Önceleri ayrıcalıklı genç bir kadının ne yaşadığını kim umursar ki, diye düşünmüştüm. Ama sanırım burada kilit nokta bağ kurma dürtüsüydü. Galiba hepimiz bunu arıyoruz.” diye ifade ediyor Coppola. Bir filmin başarısını ölçmek için aldığı ödüllere bakmak gerekmiyor elbette. Ancak bu film Coppola’ya Akademi Ödülleri’nde En İyi Yönetmen dalında adaylık ve En İyi Özgün Senaryo dalında ödül kazandırarak, onu o kategoride takdir görmüş ilk Amerikan kadın yapıyor.
Coppola’nın film kariyeri; Marie Antoinette’i tarihin aktardığının aksine saraydan başka hayat tanımamış genç bir kadın olarak yorumladığı Marie Antoinette; ve Amerikan İç Savaşı sırasında bir askerin kız yatılı okuluna gelişiyle yaşanan olaylara değinen The Beguiled gibi pek çok yapım ile devam etti. Son projesi ise 2023’te Elvis Presley’nin eski eşi Priscilla Presley ve yazar Sandra Harmon’ın kaleminden Elvis and Me’yi sinemaya taşıyan Priscilla’ydı. Coppola’nın müdanasız merceğinden resmedeceği yeni sahneleri heyecanla bekliyoruz ama aynı zamanda sizin düşüncelerinizi duymayı çok isteriz. Hatırınızda özel bir yer edinen Coppola filmi hangisi, gelin yorumlarda konuşalım.
#Reklam
Holly Brubach, “The Unashamed Feminine Filmmaking of Sofia Coppola,” The Gentlewoman, Sayı 15, İlkbahar/Yaz 2017, 212.